Translate

8 Ağustos 2017 Salı

David Fray üzerine

Aşşırı sıcak Ağustos gecesinden hallo!
Buraya uğramayalı neredeyse 8 ay olmuş ve bu süreçte ne çok şey değişmiş. Fakat beni buraya getiren şey bu değil, beni buraya getiren şey İzmir sıcağı, uykusuzluk ve yarın sabah yola çıkıp canım Eskişehir'e gidecek olmak öyle ki yolda da uyumak istemek. Şu saatte akademik dilden çıkmış, son derece entelektüel bi' yazı beklemeyin. Yazar okuru ile konuşmayı tercih ediyor. Sonuçta ben de Andante'de yazar değilim.
Her neyse, buraya bilmem kaç ay sonra döndüğümde tekrar tekrar okuyayım diye bir adet David Fray incelemesi bırakıyorum. Bakalım aylar sonra kendisi hakkında ne düşünürüm, kim bilir? Sonuçta bugün A dediğim şeye yarın B demek gibi bi' huyum var.

Beni iyi tanıyan bilir; Valentina Lisitsa'yı piyanoya yakıştırmam. Duruşunu, ellerini estetik bulmam, özellikle Beethoven kayıtlarından da hoşlanmam. Yorum kadar duruşun da önemli olduğunu düşünürüm. Belki de fazla elitistim. Umrumda mı? Hayır.
Helene Grimaud kadar asili gelmedi azizim, gelmez de. Yorumu pure, duruşu naif. Ancak geçen aylarda öyle bi' piyanistle karşılaştım ki içimdeki Alman'ı kısa süreliğine gravitational field'imden çıkardı. Piyanist dediğin tuşesini ortalar, sol ayak yere, sağ ayak da pedala kendinden emin basar. Fakat David abimiz piyano başında o kadar rahat, o kadar umursamaz ve aynı oranda teknikte başarılı ki kendi adıma kriterlerimi bi' kez daha gözden geçirmemi sağladı. Sonuçta Sovyet disiplininde yetişmiş Azeri öğretmenin elinden çıktık. Dik dur, bileklerini kaldır, gözünü notadan ayırma komutları o kadar yer etmiş ki ister istemez virtüözleri de bu kalıba göre yorumluyorum. Ama siz yine de bi' Helene Grimaud'u da dinleyin.



Özellikle Schubert yorumlarını sevdim.(Schubert başka bi' postun konusu olsun, kendisinin yeri ayrıdır.)

Crescendo ve staccatolar da tonlama başarılı;
https://www.youtube.com/watch?v=Wq5Ks3_r6f0


Melissa hanım yok mu andante bi' şeyler derseniz:
https://www.youtube.com/watch?v=Wq5Ks3_r6f0

Bach, Barok dönem bestecisi. Haliyle eserlerinin piyano yorumu ile karşılaşırsınız ne yazık ki orijinal değil. Ayrıca her eserinin piyanoya yakıştığını düşünmemekteyim. Yine sevdiğim Bach yorumları arasında:

https://www.youtube.com/watch?v=CWBoMXMk0F8

https://www.youtube.com/watch?v=zdBfizykF9U




17 Aralık 2016 Cumartesi

Vivaldi üzerine..

Hiçbir zaman en sevdiğim diyebileceğim bi' şarkı, kitap, film ya da ne bileyim bir obje olmadı. Ama renk oldu mesela. Mavi ve siyahın verdiği huzuru turuncu veremedi ya da hiçbiri koyu lacivert ve bordo kadar mutlu etmedi. Hatırlıyorum da çocukluğumda resim yaparken hep koyu tonları kullanmam annemi rahatsız etmiş, psikolog tarafından fazla introvert bulunmuş, bi' süre koyu tonlardaki Monami'lerimle öylece bakışmıştık. Öyle ki en sevdiğim mevsim de var diyebiliyorum; 'kış'. Yaz çocuğu olduğumdan herhalde, soğuğa, kara, kışa oldukça sempatim var. Üşümenin beni zinde tuttuğunu düşünüyorum. Sıcak çekilmiyor, yaz kötü. Fakat konumuz bu değil. Konumuz, Vivaldi. Kendisiyle olan geçmişimiz anne karnına dayanır. Müziğine ilk tepkilerimi verdiğim bana anlatılanlar arasında. Sonraki süreçte hayatıma hep dahil olmuş, bir yerlerden karşıma çıkmış, belki de bugünkü ritm duygumu, müziğe olan ilgimi oluşturmuş, nerede duysam bana evimi, çocukluğumu hatırlatmış.
Salçası koyulmadan önce kavrulmuş soğan kokusunu çok severim. Bana ev sıcaklığını, ailemi, anne yemeklerini hatırlatır. Vivaldi'nin eserlerindeki her nota, anahtar, diyez, bemol ya da natural ise evdeki müzik setinden çıkan o koku gibi. Duyduğumda bi' süre o an'dan uzaklaşıyorum, mutlu oluyorum.
Bundan 12 sene önce parmak/el yapımı piyanoya uygun bulduklarında üzülmüştüm. Bu keman çalamayacağım anlamına geliyordu ve hiçbir zaman Vivaldi yorumlayamayacağım demekti. Ama olsun bizde de Chopin vardı. :) Sonrasında anladım ki sadece el yapım değil, bilek yapım da kemana uygun değildi ve bu bana obsesyon olarak geri döndü. İnsanların el yapılarını incelemeye başlamıştım. Vivaldi çalabilitesi olanlar ve olmayanlar.. Geçen sene yeni tanıştığım piyanist arkadaş parmaklarımı Vivaldi'ninkilere benzetince çocuklar gibi şendim.
Aslında hala en sevdiğim besteci Vivaldi diyemiyorum. Sanatta bir besteciye, esere, ressama, yazara, yönetmene, heykeltraşa ''en'' derecesini yakıştırmak diğerlerine haksızlıkmış gibi geliyor. Bir hafta Barok dinlerken diğer hafta Klasik Dönem'e geçiyorum. Günden güne, haftadan haftaya sanatı algılayışım, algılama isteğim değişiyor. Bi' gün Zweig okumaya karar verip kafamda kurguladığım Viyana'daki parka tekrar gitmek isterken başka bi' gün Moskova sokakları ilgimi çekebiliyor ya da ne bileyim içten içe konstrüktivist mimari mutlu ediyor. Tek bir noktaya saplanmayı, insanların tek bir esere, sanatçıya kanalize olmalarını toplumsal norm olarak algılıyorum. Kısacası değişkenliğin 'dengesizlik'miş gibi lanse edildiği dünyada, değişkenliği, sanatı algılamanın yolu olarak görüyorum. Konumuz hala bu değil. Konumuz, Vivaldi. En sevdiğim değil ama doğumumdan öncesi ve sonrası kattığı her şey için en özel.

2 Eylül 2016 Cuma

İzmir'e döndüğümden beri emekli hayatı yaşıyorum. Sabah yaparım filtre kahvemi, bi' süre balkonda kahvaltı eşliğinde gazete okur, körfezi izler ve bu süreçte kahve - su - şeker oranı üzerine muhakeme yaparım. Açlık şekerimin alt sınırı görmesi bana istediğim kadar şeker kullanma hakkını tanır, ancak ben tatlı sevmem. Hadi şeker attık diyelim, bu noktada şekeri çözecek su oranı çok çok önemli ki aynı oranda kullanacağım kahve miktarını da belirler. Sonuçta bi' Balzac değilim ve o kadar kahveyi içemem.

Peki beni bu sabah evden çıkartan şey neydi? Bana hafta sonu sabahları Cenevre'deymiş hissi yaşatan Migros kruvasanlarından almaya Balçova'ya gittim çocuklar. Gün içerisinde hastaneye zaten gidecektim; kruvasanlarımı alır, bi' yerde iki bi' şey okur, o süreçte aldıklarımı yer ve tabii kahve içer, sonrasında doktora giderim diye düşündüm. Keşke düşünmeseydim, keşke gitmeden kliniği arasaydım da evden çıkmasaydım. Teoride sonbaharı ama pratikte 15 Eylül'e kadar yazı yaşayacak olan İzmir, tansiyonumu yerlerden toplattı çocuklar. Dönüş yolunda 65 yaş kartını doğum yılına göre vermemeliler diye düşündüm. Ruhu 75, bedeni 22, daha geçen hafta 2001 doğumlu zannedilen -hoşuma gitmedi değil- biri olarak otobüste bu duruma pasif direniş gösterdim. Bu ne sıcak, bu ne nem? Doktor da Pazartesi'ye kadar yokmuş. Yolda ve Balçova'da geçirdiğim süreleri de sayarsam hayatımdan bugün 3 saat çalındı.

Tüm bunların dışında okunması gereken makaleleri bitirip abstract çıkartıp DESY'ye yolladım, kabul edildi. Bi' oh deyip beyaz biramla sarı loş ışık altında seyahat planı yaptım, ancak gidebildiğim tek nokta İzmir - İstanbul'du. Vizedeki belirsizlik müze planı çıkarmamı engelledi ki daha önce de söyledim, belirsizlikleri sevmem.

Güzel şeyler olmadı mı? Oldu tabii. Mesela warm dense matter dan nasıl füzyon enerjisi üretebileceğim üzerine biraz kafa yorup yemek hazırladım. Bilimsel olgular ya da teoriler üzerine düşünürken gözüm başka şey görmüyor. Varsın vize çıkmasın, bu fikri ileride kullanabilirim. Babamla yemek yemeyi seviyorum, birbirimizle vakit kaybı yaratmadan hayatımız ve ilgi alanlarımız ile ilgili kısa sorulardan oluşan diyaloglar kurup yemek sonrası odalarımıza dönüyoruz. Gerçi bizim ev, annem ve kardeşim varken de sessiz.









30 Ağustos 2016 Salı

Blatella Germanica

Şu hayatta bir arılara bir de hamam böceklerine saygı duymuşumdur. Tamam, kabul, biraz -aslında bayağı- irite edici olabilir fakat o görünüşün altında, radyasyona senden benden 15 kat daha fazla dayanıklı bi' vücut var. Blatella Germanica'ya gelirsek; hani evlerinizde çıkan oraya buraya koşuşturan ökaryotlar var ya, işte o'nun Latince adı. Evrim mekanizmasını sevdiğim..

Bu da benden Meksika halk şarkısı:

https://www.youtube.com/watch?v=_VILr1xH3io



Sanırım insanları çok fazla yargılıyorum ve bu beni içten içe mutlu ediyor. Mutlu eden kısmı yargıladığım insanların fikren toplumun çoğunluğunu oluşturması ve hayatımın analizini yapıp beni ben yapan faktörleri topladığımızda ortaya çıkan bireyin azınlıkta kalışı. Azınlıklar hep ilgimi çekmiştir, her neyse..

Bu sabah 7'de uyanmış, doktor kontrolüm için babam tarafından hastaneye bırakılmış, dahiliye polikliniğinin kapısında sıramın gelmesini beklerken sağımdaki ofisten gelen konuşmalara ister istemez kulak misafiri oluyorum. Uykusuzluğum, 3 gündür oksipital lobumda hissettiğim migren ağrısını daha da körüklüyor ve elimdeki kitapla sadece bakışıyoruz. Dolayısıyla tepki verebildiğim tek uyaran sekreterlerin diyaloğu oluyor. Bi' ara beklemekten sıkılıp koridorda turluyorum, açık kapılardan içeri bakıyorum. Her doktorun birer sekreteri var, hasta kaydı yapıyorlar ya da sıranız geldiyse isminizi söylüyorlar. Örneğin kimisi doktordan önce gelmiş ofisi hazırlıyor. Diğerleriyle kıyaslayınca iş disiplinlerini beğeniyorum. Koridorda gezerken konuşmalar hala kulağıma geliyor, sıram gelene kadar duyduğum şey de bu konuşmalar oluyor. Diyalog, geçtiğimiz hafta sonu evlenen arkadaşlarının düğünü, kız tarafının ailesi, içlerinden birinin ablasının aldığı ancak şimdi kendisine olan XL elbise ve o dakikada ofise uğrayan genç doktorun fuşya elbisesiyle, topuklu ayakkabılarının uyumu üzerine kurulu. 20li yaşlardaki bu insanları eleştirmeye başlıyorum. Beynime enjekte ettikleri her bi' cümlenin kafamda analizini yapıyorum. Matematiksel düzleme oturtmaya çalışıyorum ancak yapamıyorum. Alfred Adler'ı çağırıyorum. Hadi Freud'u biliyoruz peki ya sen ne düşünüyorsun? Arada bi' Jung'la dertleşiyorum, Jacques Lacan da geçerken uğruyor. Vardığım sonuç: 'Bu ne vizyonsuzluk!' oluyor. Hayatta düşünmeye, zaman ayırmaya değecek binlerce fikir ya da olay var iken bu 5 XX birey anlık da olsa beni, hemcinslerimden soğutuyor. Soğutuyor çünkü ilgi alanlarına giren konular ya ilgimi çekmiyor ya da üzerine düşünülmeye değer bulmuyorum. Vakit kaybı.
Adımı söylüyorlar. Neyse ki biyopsiye gerek yokmuş. Seviniyorum, son 7 yıldır her doktor kontrolünde yapılan kan testlerini ve doktor kararını sınav sonucumu bekler gibi bekliyorum, kağıtları incelerken doktorun mimiklerine dikkat ediyorum. Geçen hafta damar yolumu açarken canımı yakan hemşireye kızgınlığım da geçiyor. Kendi perspektifimden iğnenin gireceği noktayı tespit edebilmişken damarımı bulamaması sinirlendirmişti. Geçirdiğim taşikardi nöbetleri TSH'tan kaynaklanmadığına göre geriye sadece kalbimdeki fizyolojik sebepler kalıyor,bu da bildiğim şey zaten. Kısacası bu sefer bilmediğim yerden vurmuyor. Kardiyak ve sindirim problemlerimin tek getirisi dolaşım ve sindirim sistemi üzerine zaman kaybetmemek oldu. Okulda en iyi kalp profili çizen bendim ki aynı oranda sindirim reaksiyonlarını açıklamakta da iyiydim.
Doktorun yanından ayrılırken en kısa sürede eve nasıl varırım; kafamda güzergah planı çiziyorum. Aslında bu bir gece önce yapmam gereken bi' plandı fakat gittiğim yer, daha önce İzmir'de gitmediğim semtte. Eve dönünce birkaç saat uyuyorum, sonrası kitap, akşam yemeği vs.
Şu noktaya kadar bakınca sabahki diyalog beni çok da enterese etmemiş. Akşam yemeğinden sonra planladığım işlere dönüyorum ve her akşam 8-12 işittiğim sesler başlıyor. Evin lokasyonundan mütevellit kır düğünlerinin yapıldığı mekanlara yakınız ve bazen bir değil, üç farklı yerden ses geliyor. Bu sefer önce playlist'i eleştirmeye başlıyorum. Kafa radyoma Türk popundan yeni saçmalar ekleniyor. 3 notalık bu şeyleri kim, nasıl, neden dinliyor? Adorno'yla uzun uzun konuşuyoruz. Müziğin kritiğini yaptıktan sonra geçiyorum işin sosyo-kültürel boyutuna. Başkaları eğlensin diye harcama yapmak niye? Gürültü kirliliğinin önüne geçilemez mi? Ankara'nın Bağları'nda salgıladıkları serotonin peak yaparken çevrede yaşayanların da bi' uyku ya da çalışma saati olduğunu düşünmek zor olmasa gerek. Abajurun sarı ışığı altında(ki bu ışık beni inanılmaz motive eder) 'warm dense matter' konulu makalelerimi okumaya çalışırken her gece aynı solistin aynı notada detone oluşuna gidiyor aklım. Düğünün bittiğini haber veren 10. Yıl Marşı devreye giriyor. İlk defa bir marş çaldığı için seviniyorum.
Sevdiğim insanların %90'ının müzik zevkini beğenirim, oley be diyorum teması ikili ilişkiler üzerine kurulmuş ve sözleri intikam almak isteyen, beyin hücrelerinden çok da fedakarlık etmemiş hanım kızımız/larımız tarafından yazılmış bu şarkıları dinleyen yok çevremde, bi' kez daha seviniyorum.
Sonra yaptığımdan utanıyorum. İnsanları eleştirdiğim için, yargıladığım için, ne yaşadıklarını bilmeden ideallerini küçümsediğim için, bazen -aslında çoğu zaman- acımasız ve duygusuz olduğum için(özellikle lisedeki hayatım insanlara acımamayı öğretti)
Örneğin Eskişehir'e gidince vizyonu dar insanlardan sıkılıp gittiğim bi' çay bahçesi var. Garın yanında, sessiz, sakin. Normalde çay içen biri değilimdir ama çayını severim. İşte böyle durumlarda o çay bahçesini özlüyorum. Bu ülke insanının bir kısmı beni yoruyor, konuşmak istemiyorum, kaçıyorum. Çünkü pek bir şey paylaşamıyoruz ya da ne bileyim hayattaki ideallerimiz kesişmiyor. Onlar birkaç sene içinde evlenip(gösteriş önemli) aile kurmayı düşünürken ben, 10 yaşımda okuduğum H. Balzac - Goriot Baba'dan etkilenerek başka coğrafyaların, kültürlerin derdindeyim.
Saatin geç olduğunu fark edip makalelere dönüp abstract çıkarmam gerekiyor. Vizeden de haber yok henüz. Belirsizliklerden nefret ettiğimi bi' kez daha hatırlıyorum.

-Bu akşam Fleet Foxes'tan White Winter Hymnal açıp küçük kardan adamlar yaptığımı ve boyunlarına kaşmirden kırmızı atkı doladığımı hayal ettim, sonra onları kollarıma alıp serinledim.
https://www.youtube.com/watch?v=DrQRS40OKNE







6 Mart 2016 Pazar

Ailecek geçirdiğimiz Pazar günlerini özledim,
Babamla çizgi film izlediğimiz sabahları ki Cat - Dog'la başlayıp Sponge Bob ile biterdi,
Güzelbahçe'deki balıkçı ya da Alaçatı rüzgarı..
Araya karışan Yunan radyoları..
It's a wonderful, wonderful life!

06.03.2016 - Orta Kantin

https://www.youtube.com/watch?v=uMXz3TQOS_c

8 Ocak 2016 Cuma

Lisa Ekdahl

2004 ya da 2005 belki bi' ihtimal 2003 ama yok ya o kadar küçük değildim, kısacası net hatırlamıyorum, evin akustik yerlerini keşfederek(ki bu genelde her evde banyo olur) komşuları mini konserlere boğduğum yıllardan birinde, Cumartesi günü ailecek dışarı çıkmak üzereyken televizyonu kapatmakla görevlendirildim ve o da nesi Mezzo TV'de şu belirdi:



İlk dinleyişte aşık olduğum şarkıya tesadüf eseri 2009'da denk geldim, sanırım Lisa'nın Vem Vet'ini keşfettiğim zamanlardı. Burada araya başka bir hikaye giriyor: İstanbul'a dönerken ailemden ayrılmak aslında hep üzmüştür ve 2 Kasım 2015 sabahı, Adnan Menderes Havalimanı'nda şu çalar: 




Lisa Ekdahl'a denk gelmek, Lisa'yı dinleyen birilerinin olduğunu bilmek galiba hep mutlu edecek. Yaşasın Lisa, yaşasın jazz, yaşasın İskandinavya! Ama en çok İsveç. :)